Sunday, September 9, 2007

Blacula: Siyah Guzeldir

I wrote this review for Geceyarisi Sinemasi magazine in 2002. It was published in issue 15. I hope to put an English translation soon. Until then it is only for our Turkish readers to enjoy (or loathe)

1971 yılında Gordon Parks’ın çevirdiği ve başrolünü Richard Roundtree’nin oynadığı Shaft adlı film Hollywood avantür sinemasında yeni bir furyanın başlamasına neden oldu. Bu furyaya sonradan blaxploitation adı verildi. Black ve exploitation kelimelerinin birleşmelerinden oluşan bu yeni alt tür, adından da anlaşılacağı üzere Afrika kökenli Amerikalıların ilgisini çekecek çeşitli konuları kullanıp onları bir şekilde istismar ederek seyirci çekmeyi amaçlıyordu.

Bu furyanın temelinde 60’larda ortaya çıkan ve o döneme kadar kendi kültürlerini konu alan – ve genelde Sidney Poitier’in başrolünü oynadığı – mainstream filmlerden tatmin olmayan Afro-Amerikalıların prodüksiyonundan yönetimine kadar her şeyini üstlendikleri bazı bağımsız filmler vardı. Örneğin 1971 tarihli Sweet Sweetback’s Badasssss Song adlı filmde Melvin Van Peebles filmin prodüktörü, yönetmeni ve başrol oyuncusu olmasının yanısıra müziklerini de yapmıştı.


Bu filmler ilk başta istismar sinemasının bir örneği olmaktan çok Afro-Amerikalıların hayatını tüm gerçekleriyle yansıtma amacı güdüyordu. O dönemde yükselen ırkçı tavra karşı Black Panthers gibi Afro-Amerikalı gruplar silahlı direnişi öneriyor ve uyguluyorlardı. Bu filmlerdeki karakterler perdede bir nevi ‘Tom Amca’ rolü oynayan Poitier’in1 tersine genç Afrikalı Amerikalılara özdeşleşebilecekleri rol modelleri sunmayı başarmıştı.


Bu ilk dönem bağımsız filmlerin çektiği ilgiyi fark eden MGM, bu ilgiden para kazanmak için 1971 yılında Shaft’ı çevirdi. Blaxploitation furyası böylece başlamış oldu. Gençler seksi, küfürbaz, ve kavgacı John Shaft’in Afro saçları ve favorileriyle birlikte davranışlarını da taklit etmeye başladılar. Irkçılık karşıtı politik bir tavrıyla da dikkat çeken bu filmden kar eden MGM iki devam filmi daha yaptı2.


İlk başlarda sadece suç öyküleri anlatan aksiyon filmlerinden ibaret olan blaxploitation her iyi istismar alttürünün yapması gerektiği gibi başka türlere de el attı: kung fu, western, bilim kurgu ve tabii ki korku.


Blaxploitation korku filmlerinin büyük ihtimalle ilki William Crain’in yönettiği Blacula idi. “Dracula’dan Daha Ölümcül” sloganıyla piyasaya sürülen filmin afişinde “Cehennemin yankılı koridorlarından geliyor, Saf korkunun şeytani güçlerine sahip doğaüstü bir yaratık, Daha önce katlanılanlardan daha aşağılayıcı bir köleliğin sonsuz mahkumu” yazmasının yanısıra “O Siyah! O Güzel! O Blacula!” sözleri dikkati çeker. Bu 1920’lerdeki Harlem Rönesansıyla başlayan “Siyah Güzeldir” söyleminin bir uzantısıdır. Langston Hughes gibi Afrika kökenli şair, yazar ve sanatçıların başlattığı bu hareket doğrultusunda Afro-Amerikalılar kendileriyle ve kültürleriyle gurur duymaya başlamışlardı.


Film Afro-Amerikalıların 20. Yüzyıldaki durumlarını resmetmekte bu kadarla da kalmaz...


Filmin açılış sekansı oldukça manidardır. Yıl: 1780 Yer: Dracula Şatosu, Transilvanya. Kont Dracula (Charles Macaulay) Afrika’dan gelen Prens Manuwalde (William Marshall) ve eşi Luva’yı (Vonetta McGee) ağırlamaktadır. İlk kez ‘kara kıta’dan misafirleri gelmiştir ve mutluluğunu dile getirir. Manuwalde insanlarının köklü kültürlerini tüm uluslara tanıtmak istemektedir. Luva’nın söylediğine göre, o “insanlarımızın gururunun kristalleşmiş halidir.” Sonra da asıl geliş sebeplerini açıklamak üzere Dracula’ya Afrika’dan getirdiği bir mektubu verir. Dracula okur: “Köle ticaretini tümüyle durdurmak mı? Ama bu gerçekdışı. Ben Köleciliğin faydalı olduğunu düşünüyorum.” Manuwalde, “Barbarlığın faydalı olduğunu mu düşünüyorsunuz” der kızgınlıkla. Dracula bunun sadece kölelerin bakış açısından barbarlık olduğunu söyler ve aslında Luva gibi bir köleye sahip olmak da hoşuna gidecektir. Afrikalı prensin bunu bir iltifat olarak alması gerektiğini düşünmektedir. Kendisini hayvan olmakla suçlayan Manuwalde’ye ise ormandan gelenin o olduğunu söyler. Bunun üzerine Manuwalde ve Luva kalkmaya yeltenirler. Ama Dracula adamlarını çağırarak onları yakalatır. Manuwalde’yi boynundan ısırarak kanını emer, onu bir tabuta kilitler ve bir “cehennem azabıyla” lanetler: “Seni kendi adımla lanetliyorum. Bundan sonra adın… Blacula! Vampir, yaşayan iblis.” Manuwalde tabutta kilitli kalıp tek arzu duyduğu şey olan insan kanından mahrum kalacaktır. Luva ise “kara teni çürüyene kadar” tabutun durduğu zindanda kalmaya mahkum edilir.


Manuwalde, Sivil Haklar Hareketiyle başlayan afro-merkezci bakış açısını temsil etmektedir. Etnik bir bilinç kazanmaya başlayan Afro-Amerikalılar Afrika’nın kültürel mirasını kendi kültürleriyle birleştirmeye çabalamışlardır. Bu hareket, dış görünüşe de yansımıştır. Afro saçlar, filmde Luva’nın giydiği gibi geleneksel Afrika kıyafetleri ve Manuwalde gibi Afrikalı isimleri yaygınlaşmıştır. Afrikalı prensin köleliği kaldırma isteği de bir bakıma 60’lı yıllarda Afrikalı Amerikalıların beyazlarla eşit haklara sahip olma isteklerine paralel düşmektedir. Manuwalde ise Martin Luther King – ya da belki daha çok Malcolm X – gibi bir Sivil Haklar Hareketi lideri olarak düşünülebilir.


Aristokrat bir ‘beyaz’ olan Kont Dracula ise tüm ırkçılığıyla baskın kültürü temsil etmektedir ve toplumdaki ‘üstün’ konumunu kaybetmek gibi bir niyeti yoktur. Manuwalde’nin kanını emmesi açık bir biçimde Afro-Amerikalıların gelenksel bir şekilde sömürüldükleri şeklinde okunabilir.


Ama bu ısırık iki taraflı bir metafor olarak görülmelidir.


Açılış sekansının ardından yüksek tempolu bir funk şarkısı eşliğinde keskin çizgilerin ağırlıklı olduğu siyah, beyaz ve kırmızı renklerden oluşan pop art etkilenimli bir jenerik başlar. O dönemdeki diğer polisiye blaxploitation filmlerini andıran bu başlangıç filmin sonraki kısmı hakkında ipucu verir gibidir...


Yer: Transylvania. Zaman: Günümüz (1972). İki (eşcinsel) iç dekoratör Dracula’nın şatosundaki eşyaları Amerika’da satmak amacıyla satın alırlar.


Bu dekoratörlerden biri Afro-Amerikalı (saçları da afrodur), diğeriyse sarışın mavi gözlü bir beyazdır3. Amerika’daki depolarına gelip Blacula’nın tabutunu açarlar. Bu arada beyaz olanın kolu kanar. Tabutundan çıkan Blacula, kanın kokusunu alarak hemen onun koluna yapışır. Kendisini engellemeye çalışan afro saçlı dekoratöre – adı Bobby’dir – önceleri ısrarla saldırmasa da bu sadece diğerinin kanı bitene kadar sürer.


Dracula’nın ısırığıyla bir vampire dönüşen Manuwalde’nin baskın kültürün etkisi altında asimilasyona uğramış olduğu düşünülebilir. Afrika’nın köklü kültürünün ateşli savunucusu ve kölelik karşıtı olan Afrikalı prens artık kendi ırkından olanların kanını tıpkı beyaz Kont Dracula gibi acımasızca emmektedir. Hatta filmde beyaz dekoratör dışında kanını emdiği kişiler genelde hep Afrika kökenli olanlardır. Ayrıca daha sonra bir gece klubünde Fransızca konuştuğuna ve Fransız şampanyası ısmarladığına şahit oluruz. Bu şu şekilde yorumlanabilir. Kendisi asla bir köle olmamış olan, üstelik ülkesinde aristokrat sınıfa mensup olan Manuwalde en başından beri samimi bir sivil haklar savunucusu olmamıştır zaten. Halkın içinden, sokaktan gelmemektedir. O yüzden Afro-Amerikalıların gerçek sorunlarını hiçbir zaman tam olarak anlayamaz. Onlarla aynı sınıftan değildir ve kendini, bir bakıma, aşk ve şampanya gibi küçük burjuva zevklerine adamıştır. Bram Stoker’ın Dracula romanının, aristokrasinin çöküşünü, yıkık şatolar ve kötü niyetli aristokratlar metaforuyla göstermeye çalışan gotik edebiyatın bir temsilcisi olduğu düşünülürse bu bakış açısı kuvvetlenecektir.


Bu durumda Blacula, Afro-Amerikalı izleyicilere tam olarak özdeşleşebilecekleri bir rol modeli olabilmekten acizdir. Film onun yerine daha özdeşleşilebilir bir karakter olan Doktor Gordon Thomas’ı (Thalmus Rasulala) sunar. Doktor Thomas, boynunda diş izleriyle bulunan cesetlerin ardındaki gizemi araştıran bir adli tıp dedektifidir. Bu cesetler teker teker ortadan kalkmaya başlayınca gizem de artar.


Doktor Thomas çevresindeki beyazlar da dahil olmak üzere herkese biraz üstten bakan bir otorite figürüdür. Beyaz polis Teğmen Peters’a (Gordon Pinsen) bu dava hakkında ne yapıp ne yapmaması gerektiğini o söyler. Morgda çalışan beyaz görevli Blacula’nın öldürdüğü Afrika kökenli taksici kadın için “herhalde kendi kaşınmıştır” dediğinde ona kötü kötü bakar ve bir kahve getirmesini ‘emreder’. Filmin bir yerinde Teğmen Peters bu ölümlerin ardında Black Panthers grubunun olabilme ihtimalini öne sürdüğünde alaycı bir tavırla Panterlerin iki ‘i.ne’ dekoratörün ölümüyle ilgilenmeyeceğini söyleyerek ve (çoğu Afrika kökenli olan) cesetlerin tek tek ortadan kaybolmasında Peters’a polislerin “siyahlarla ilgili meselelerde” daha dikkatsiz davrandığını ima ederek politik tavrını dile getirmiş olur ve büyük ihtimalle Shaft kadar olmasa da filmin hedef kitlesi tarafından beklenen ilgiyi görmeyi başarır.


Film Blacula’nın iki yüz yıl önce Dracula’nın zindanında ölmüş olan eşi Luva’nın reenkarnasyonu olan Tina’yla (Vonetta McGee) karşılaşmasıyla devam eder. Manuwalde ve Tina birbirlerine aşık olurlar. Ama Tina, Doktor Thomas’ın eşi Michelle’in (Denise Nicholas) kardeşidir. Okuduğu birtakım okült kitaplardan vampirler hakkında bilgi edinen Thomas’ın bu olayları başlatanın Manuwalde olduğunu anlaması uzun sürmez. Onun tabutunu sakladığı depoyu tespit edip orada bir grup yeşil suratlı ve rengarenk giysili vampirle savaştıktan sonra Manuwalde’nin tabutunu başka bir yere taşıdığını anlarlar. Bu arada Manuwalde hipnotik güçleriyle Tina’yı kendine çekmeye başlamıştır. Tina Manuwalde’nin vampir olduğunu biliyordur ama bu ona olan aşkını değiştirmez. Polis ekipleri onları bir binada sıkıştırır ve bir polis yanlışlıkla Tina’yı vurur. Bunun üzerine Manuwalde Tina’yı kurtarmak için onu ısırır. Doktor Thomas da Tina’nın kalbine bir kazık çakarak onu öldürür. Çok öfkelenen Blacula tüm polisleri öldürür. Sıra Thomas’a geldiğindeyse Thomas bir haçla onu durdurmaya çalışır. Ama Blacula “ona gerek yok” der ve güneş ışığına çıkarak intihar eder.


Genel anlamda, yarasaya dönüşmek, haçtan ve güneşten korkmak, aynalarda ve fotoğraflarda görünmemek gibi vampir literatürünün bazı trüklerine uysa da, Blacula bir korku filminden çok bir blaxploitation polisiyesidir. Filmde korkunç olması gereken - vampirlerin ortaya çıktığı - sahneler korkunç olmaktan uzak, hatta gayri ihtiyari bir şekilde komiktir. Rengarenk giysili ve oradan oraya atlayan vampirler seyircide bir gizem ya da korku duygusu uyandırmaz. Elbette bu, türün yapısı gereği yapılmış bilinçli bir tercih olabilir. Blacula’nın göründüğü sahnelerde kullanılan tema müziği ise izleyiciyi germeye çalışsa da pek başarılı olamamaktadır. Tüm film boyunca eğlenceli bir aksiyon filmi atmosferi yaratan funky ve groovy müziklerin etkisi altında kalan seyirciyi korkutmak pek mümkün olmaz.


Blacula günümüz seyircisinin sempati duyabileceği anti-kahraman vampirlerden biridir. Duygusaldır, aşık olur ve filmin sonunda öldüğünde seyirci onun için üzülür. Ama 70’lerdeki Afro-Amerikalı seyirci kitlesi için aynı durum geçerli değildir. Ortada üzücü bir aşk hikayesi vardır. Ama filme, ait olduğu alt tür ve hedef kitlesi çerçevesinde bakarsak, bu tip filmlerde içten içe kendi politik bakış açılarını haklı çıkaran öğeler arayan izleyicinin aradığını Manuwalde’de değil Thomas’da bulduğunu görürüz4. Bu yüzden Manuwalde’yi izleyicinin yakınlık duyduğu bir anti kahraman olarak görmek mümkün değildir.


Tüm bunlar göze alındığında diyebiliriz ki, Blacula tüm vampirlerin, hatta tüm canavarların beyaz olduğu bir geleneği Afro-Amerikalı kültürüne uygulayarak oldukça yenilikçi bir bakış açısı getirmiş ve yepyeni bir çığır açmıştır (Hemen ardından gelen devam filmi Scream, Blacula, Scream’in yanısıra Blackenstein ve Dr Black and Mr Hyde gibi filmlerin çekildiği de kaydedilmektedir.) Ama siyahların kültürünü yansıtmak ve temsil etmek gibi hedefleri varmış gibi görünen bu film ve tüm alt tür aslında kendi izleyicisini sömürerek bir bakıma onlara ihanet etmektedir. 1975 yılına gelindiğinde blaxploitation furyası büyük ölçüde sona ermiştir.




Notlar:

1 Her ne kadar Poitier de Mr Tibbs karakteriyle bu mecrada akma çabası gösterdiyse de hiçbir zaman Roundtree kadar ‘hip’ ve ‘groovy’ olamamıştır.


2 Daha sonra başka Shaft filmleri de yapıldı tabii. Bunların sonuncusu başrolünü Samuel L. Jackson’ın oynadığı versiyondu.


3 Irklararası eşcinsel bir berbaberlikleri olması dönemin cinsel özgürlük ortamının filme yansıması olsa gerek. Benzeri bir durum seksenlerin slasher filmlerinde büyük ihtimalle ölümle cezalandırılırdı. Burada ise söz konusu ikili boyunlarındaki ısırık sayesinde yeşil suratlı bir çift vampir olmakla sıyırıyorlar.


4 Öte yandan eşitlik isteyen bir azınlık grubuna hitap eden bir film olarak Blacula’nın hiç politik doğruluk gibi bir kaygısı olmadığı da dikkat çeker. Filmde Thomas da dahil olmak üzere pek çok insan, eşitlik isteyen bir başka azınlık grubunun mensubu olan iki eşcinsel dekoratörü ‘ibne’ gibi fazlasıyla aşağılayıcı bir sözcükle tanımlamakta hiçbir sakınca görmezler.


Saturday, September 8, 2007

“But You’re a Zombie!”: An Interview with Hendrix/Fish Films

Hendrix/Fish Films are in their own words, “a bunch of guerilla filmmakers” located in Sydney, Australia. They make the kind of films they’d like to see. Their first feature movie The Killbillies (2001), “a story about hillbillies and feuding” with hermaphrodites, hillbillies wearing strange masks, zombies (some of them very horny), psychedelic experimenting aliens, blood&shit and surf rock in it, only costed 2000 Aussie bucks and was selected for the 2002 “Zombie-dance” in Austin, Texas. I talked to Duke about past and future projects in 2003 for Sonic Splendour magazine. So, tune in...
Sonic Splendour: Hi, Duke! How is everything in Sydney? Have you finished shooting Bloodspit yet?

Duke Hendrix: Sydney is very strange at the moment, we are getting hail and thunder storms every night which at first was very inspiring but after a while it just gets boring. At this stage we are fine tuning Bloodspit, adding the soundtrack and some digital effects. We are hoping that it will be finished next month, though I'm not certain when the DVD release would be.
SS: Before talking more about past and future projects of Hendrix-Fish films, let me ask you how you guys met each other and decided to come together as a film company to make the kind of films you would like to watch?
DH: I first met Leon in his little shop called Independence Jones, it was a collectible shop that sold telivision memorobillia, things like The Munsters board game and Batmobiles etc. I'd been dealing in that kind of stuff as well but I’d been doing collectible fairs. My stuff was getting too much to drag around, I was looking for a shop and he was looking for a partner, so I moved in. After a while we started talking movies, we found out that both of our favourite films were Flesh For Frankenstein and Animal House. I'd already made a few shorts including Zombie Crackhouse and I was ready to film another called Frankenbilly. I asked Leon to come down and play the part of a hippie. After that it was all movies for us.

SS: So could you talk a little bit about Crack House Zombie and Frankenbilly? I also remember reading somewhere that you worked as a co-writer in a feature movie called Waste. Would you like to give us some information about them?
DH: Zombie Crackhouse was a short I filmed in black and white super 8 for a short film cable tv contest called “Graveyard Shift.” Basically it was about an ex vietnam vet who is working as a care taker in a graveyard. In that same graveyard there’s a bunch of zombies making crack. So our hero grabs his axe and takes the law into his own hands, (so to speak). The film got into the top ten and was played on tv which was kind of a strange experience. Frankenbilly is basically a short version of The Killbillies, I had made a few little shorts with the character Boy, and when the “Graveyard Shift” came around the next year I decided to to a proper little film with Boy in it. Frankenbilly is about an inbred family who grow hemp plants on their farm, the trouble is hippies are stealing the plants and smoking them. So Pa makes a hillbilly Frankenstein monster that goes around killing them, the trouble is that he is also in love with Boy’s dolly. That film came second in the contest out of around a thousand films, tons of people got to see it and liked it. My personal favourite short we did is one called earth versus the vampire wrestlers from outer space. I love that because it's so bad, it doesn't make sense at all and it makes me laugh every time I see it. Waste is a feature that we co-wrote with my brother for a producer in Queensland. It's about two pot smoking guys who realize they have to grow up fast. I didn't like the script changes I think it screwed the film, having said that there are some good bits. It's just been released in the States on DVD.
SS: How did you come up with your “names”? It’s not hard to find out where “H. P. Crowley” comes from... How about Duke Hendrix (Duke Ellington, or maybe John Wayne, and Jimi Hendrix???!) and Leon Fish?

DH: Ha ha ha, you’re right, the name Duke Hendrix came from John Wayne, and Jimmy Hendrix. I was looking for a name from two people who were the exact opposite and you can't get more opposite than those two. John Wayne was whiter than white, a real straight and a tough guy. Hendrix a black drugged out guitar hero. I think the names go well together. Leon Fish was taken from the first novel he wrote by the same name. Leon also invented the name Ringo Ray. We like to do that, invent names for people in our films. I invented a name for a girl who stars in Bloodspit, “Candy Whorehole.” You can guess where I got that name.

SS: Since this is mainly a music magazine, I might as well ask you about your musical tastes. One can tell that you enjoy surf rock as you used songs from bands like The Atlantics and Zen Genies...

DH: I’m a real big Beatles fan, mid period Beatles ya know, Rubber Soul, Revolver, The White Album. But I love surf and punk as well. The Zen Genies were a punk band around Sydney in the late 80's early 90's. All their songs had Horror themes, like Surfin Vampire, Hitman Frankenstein etc. Their frontman was wild, he used to do Frank from Blue Velvet with the gas mask and stuff then molest the girls in the audience singing a song called 'baby wants to fuck.' I had to put their songs in my films.

SS: What about your careers as writers? Can you talk about your book Cooking with the Hillbillies?
DH: We did Cooking with the Hillbillies a long time ago, I think that was the first book Leon Published, it was basically old recipes we found from pre-World War II cook books and changed them around some, there’s also a little story in there and things like Pa's Top Ten things to put in your bomb shelter. In the first edition you also got a little kit that made Boy's dolly. I’m not sure if you can still get it, but Leon has some cool books there. We just finished a book version of Bloodspit which we hope will be out in time for the DVD.
SS: What do you think about the film industry in Australia? Did you see Spierig Brothers’ movie Undead? If so what do you think about it? DH: Yes I have seen Undead, I enjoyed it. It’s not the type of film I'd do with that budget but other than Undead, there’s basically no scene genre film scene in Australia. We don't know anyone who makes these types of films. It’s strange because when we make one, there is always a lot of interest but we never see others do it. I do get mail from time to time from people interested in making a genre film asking for advice but I never hear from them again, so much for my advice.

SS: Are there any future projects after you finish Bloodspit?

DH: We have a few projects in mind, one is a documentary that I can't speak about just yet. We have another genre film we are developing called Flesh Cut. That will be a Frankenstein type thing. We are also thinking about doing a sci fi thing. We are just going to wait to see how Bloodspit goes before we decide on the next one.

SS: You told me that you have seen the movie Dunyayi Kurtaran Adam (The Man who Saves the World, a.k.a Turkish Star Wars). Do you now about any other Turkish movies? What do you think about them. And what do you think about Turkey and Turks that live in Australia?

DH: I really want to see the Turkish Exorcist, I’ve heard so much about that, but I can't find it anywhere. Also the Turkish Star Wars. I hear they are great. I would love it if someone made a Turkish Bloodspit that would be so cool. I’d much rather that than win Cannes or something. We have two Turkish guys working on Bloodspit. They were both born here but their parents were born in Turkey. One of them is my assistant editor and his brother is doing digital effects for us. Both of them are very good at what they do and we get along with them great, so they will be working with us forever I hope.

SS: Popular cinema seems to preach intertextuality nowadays, with Matrix trilogy being a mixture of different genres, philosophical/religious beliefs etc and Tarantino claiming to have stolen from every movie that has been made while making Kill Bill. Do you think The Killbillies has a similar intertextual attitude?

DH: We have never conciously layered our films with any hidden messages or philosphies, having said that people can read what they like into them. I’ve had people say to me that the overall message in The Killbillies is family values, and if people want to think that, that's fine by me. Our films have no meaning really they are just supposed to be good fun, although there are a lot of strange things happening in Bloospit I’m sure people will read into things while watching it. But yeah like Tarantino we have stolen from everywhere ha ha ha. Bloodspit is essentially an ode to Paul Morrisey Films and to Udo Kier. Everyone does an Udo accent in Bloodspit. SS: Final question: what happened to your website http://www.bloodspit.com/? Are there any other places on the internet where we can download the trailer of Bloodspit?

DH: Someone built the website for us, then they dissapeared. We didn't even know where to go to pay for it to keep it running, but there will be a Hendrix/Fish website coming up soon, that will have a new trailer and stills as well as information on all our films and Leon’s books.

SS: Do you have any final words before we finish the interview? Would you like to give our readers some advice about low budget filmmaking?

DH: Well my advice to anyone that is making a film is, make something that you want to see, because at the end of the day, you’re gonna be stuck with it. Don't try and please an audience, please youself, if you’re happy, there will be others that will like it. What I have found is that no matter what you do, someone somewhere is gonna like it. It's a big world out there.
PS: Hendrix/Fish films finished their movie Bloodspit after this interview was published. They released it from Troma. The Killbillies is available from Cryptkeeper. Watch the trailers on youtube: The Killbillies & Bloodspit